Bediüzzaman ve muarızları

Bu yazımız, başlığına göre hâliyle iki bölümden oluşacaktır.

1. “Bediüzzaman” ünvanı ve veriliş sebepleri

2. Muarızlarının hâl-i pürmelâli

Bir gerçeği bu vesileyle anlıyoruz ki, bir insan yüzde yüz haklı da olsa; Allah’ın bir hikmeti olarak, onu tasdik eden hakperestler olduğu gibi, tekzip eden putperestler de oluyor. Onun için, “Nerede bir kâmil insan zuhur etse kimi ikrar eder (Hz. Ebu Bekir gibi), kimi inkâr olur peyda (Ebu Cehil gibi)” denilmiştir.

Demek ki, insanlar içinde daima gayr-ı memnun olan veya muhalefetle egosunu tatmin etmeye çalışan, dinde sathi, muhakeme-i akliyede nakıs, muhakemesiz ve müzmin muhalifler de var. Ve bu aklı gözüne inenler Allah’a (cc) dahi düşmandırlar. Cenab-ı Hak onun için ayet-i kerimesinde mealen onlara şöyle dikkat çekiyor: “Böylece biz bütün nebilere (ve hak dava elçilerine) insan ve cin şeytanları musallat ettik.” (En’am Suresi, 124)

1)“Bediüzzaman” ünvanı ve veriliş sebepleri:

Said Nursi Hazretlerine “Bediüzzaman”dan başka ünvanlar da verilmiş. Mesela, “Fatınü’l-Asr” ve “Bid’atüzzaman” gibi…

Bu gibi ünvanları Bediüzzaman’a verenler; cahilce bir taassuba mı kapıldı, yoksa insiyakî bir hak müdafaasıyla, bir hakkın tahakkukuna mı çalıştı?

Bunun cahilce bir taassup olduğunu cinnî şeytanlar bile iddia edemez.

Fakat kör cehaletinin, hasedinin ve fesadının kurbanı olan insî şeytanlar daha şerli ki, her şeye rağmen aleyhe konuşup işkence yapabiliyorlar. Demek onlar öbürlerinden daha tehlikelidir. Şimdi gelelim bu kısa değerlendirmeden sonra işin aslına.

Evet, önce Bediüzzaman’a bu ünvanı verenler:

a. Doğu uleması

b. Batı veya hilafet merkezi olan İstanbul uleması ki, içlerinde Ezher rektörü Şeyh Bahit Efendi de var. (Yıl 1907)

c. Diğer bir hilafet merkezi olan Şam uleması ve evliyaları dâhil (Yıl 1911). (Bu hususlar için; Tarihçe-i Hayat, Münazarat, Hutbe-i Şamiye gibi eserlere ve bir de her eserin başındaki “Bediüzzaman Said Nursi Kimdir?” kısımlarına bakılabilir.)

Yani aynı zamanda bu meselede bir nevi “icma-ı ümmet” vardır. Zira icma-ı ümmet, bir asırdaki ulemanın bir meselede ittifaklarıdır. Bu bir nevi, Ebu Hanife’ye “İmam-ı A’zam” denmesi gibi.

Demek bunlar böylece bir hakkın tahakkukuna vesile olmuşlardır. Zira bahsettiğimiz zat, daha 9-10 yaş civarında iken, bir rüya-yı sâdıkada haşir meydanında, Fahr-i Cihan Efendimiz’i (ASM) görüp kendisinden ilim ister. O isteğinin kabul edildiğinin alameti olarak, hayatı boyu sorulan sorulara en doğru cevaplar verir.  (Tarihçe-i Hayat, s.55-56)

Bunun ispatı sadedinde, hem de onun çocukluk yıllarından itibaren çok harikalar mevcuttur fakat biz, birkaçına temas edelim:

Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’nın kırk alimini mağlup etmek (Tarihçe-i Hayat s.19-20),

Bitlis valisi, kendisini kıskanıp dövmek için komplo kuran hocaların maksadını anlatıp Bediüzzaman’ı korumaya çalışınca, “Biz talebeyiz, birbirimizle dövüşürüz, barışırız. Binâenaleyh, mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvâfık olmadığından gelemeyeceğim ve hata da benimdir.” deyip merdane münazara meydanına gitmesi.. Ki zaten alay komutanı iken, Rusları kaç defa geri püskürten bir kahraman zattan bu beklenir. (Tarihçe-i Hayat s.57)

Hayatı boyu bütün komploları benzer şekillerde veya mukteza-yı hâle göre bertaraf etmek, onun için sıradan işlerdir.

Daha çocukluk denecek kadar küçük yaşlarda Van valisinin dikkatini çekerek, kendisine tahsis ettiği kütüphanede çok sayıda kitabı ezberleyip, hem aklî hem naklî ve fennî meselelerde bütün muarızlarını mağlup etmesi… (Tarihçe-i Hayat, s.40)

Daha 12-13 yaşlarında icazeti hak ettiği hâlde, yaşı tutmadığı için cübbe giydirilmemesine (Kastamonu Lâhikası, s.64)  rağmen, o efkârını ilana devam ederek, bilmana;

“Ey Asya münafıkları ve Avrupa kafirleri hepinizi mağlup etmeye hazırım” diye meydan okuması gibi olaylar… Yineİstanbul ulemasını mağlup ederek 1907’de “Bediüzzaman” ünvanını teyit ettirdiği, 1911’de de Şam ulema ve evliyası dâhil bu gerçeği tasdik ettikleri gibi gerçekleri bilmeyenler, Bediüzzaman’ı anlayamazlar ve onun aleyhinde konuşmaları birer hezeyan ve bühtandır.

“Bütün müsbet meziyetleri cem eden bir insanın nasıl düşmanları olabilir?” diye ister istemez merak edip, ayette belirtilmesine rağmen cevap arayanlara, merhum Ziya Paşa’nın:

“Erbab-ı kemali çekemez nakıs olanlar,

Rencide olur dide-i huffaş ziyadan”

sözünü de hatırlatmak isterim. Vakıa da o ki; “Meyveli ağaç taşlanır” kabilinden, en fazla düşmanı olanlar da, hep peygamberler ve İmam-ı A’zam gibi büyük insanlardır. Bu mümtaz kişileri kendilerine râm edemeyip rakip gören despot zalimler, hep onları hapse atacak ve hatta öldürecek kadar ileri gideceklerdir. Onun için bir deyişte, “Yiğit olmak zordur gülüm” denilmiştir.

Demek kötülenen her kişi kötü olmadığı gibi, medhettirilen her kişi de iyi değildir. Yani, bilakis, kötülenen kişi, “Rencide olur dide-i huffaş ziyadan” kabilinden, aşağılık kimselerin hasedine ve kinine maruz kalıp, insanlığın medar-ı iftiharı olabilir. Sığ kafalı veya hasedi aklını aşan bazıları, kompleksinden, özellikle paye kazanmak isteyerek,

“Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir,

Köpektir zevk alan sayyad-ı bîinsafa hizmetten.”

(Namık Kemal/Hürriyet Kasidesi)

kabilinden, paşaya kelle götürmek isteyen bir sürü dalkavuk vardır.

Bazı rivayetlere göre Yahudiler seksen civarında peygamber katletmişler. Bugün de onların, Kur’an’ın istikbalden ihbar etme mucizesinin tahakkuku kabilinden, cinayetlere, çocuk, hasta ve yaşlı demeden devam etmekte olduklarına hep beraber şahit oluyoruz.

Demek bu zalimler öyle hainlerdirler ki, bilhassa peygamberler olmak üzere, masum ve mümtaz kişileri hedef alırlar. İşte Hazret-i Bediüzzaman da onlardandır. Vesselam.

2) Bediüzzaman muhâliflerinin hâl-i pürmelâli (Ve onların günümüzdeki versiyonu)
Genel olarak anlattık, biraz da bugüne gelecek olursak, maalesef günümüzde de, daha önce onunla bir çeyrek asır uğraşmış iki binden fazla mahkemelerden beraatine rağmen ona inatla iftiraya ve hakarete devam edenler olabiliyor. Biz bunu iman-küfür mücadelesinin günümüzdeki versiyonu biliyor, küfrün belini kırmış ve kendine “Bediüzzaman” denmiş bir allâmenin talebeleri olarak şerefle bu yolda devam ediyoruz.

Fakat bu iftira ve hakaret kervanına, bir siyasetçi olan Muharrem İnce’nin de, Tarsus’daki konuşmasıyla katıldığını görünce hayret ettik ve üzüldük.

Evet despot zalimler, o zatı perdelemek ve maksadının aksiyle itham etmek için her türlü yola başvurmuşlardır. Mesela: Bu masum insanın iki binden fazla mahkeme beraatine rağmen, onu yirmi bir defa zehirlemişlerdir (Emirdağ Lâhikası İkinci Kısım’da on dokuzdur). 1956’ya kadar bu zehirlemeler devam ettiğinden sayı belli değildir. İlk zehirlenmesi 1923 yılında Ankara’da olmuştur ve 1956’ya kadar 21 defa olarak bilinir. Bu hainliği yapanlara Bediüzzaman “zındıka” demektedir. Fakat, onu öldürememişler ve en son, onun mezarından bile korkup mezarını sökmüşler, kendilerince kaybetmek için bir semt-i meçhule defnetmişler, hatta onu bile becerememişler. Çünkü talebeleri o cenazeyi, alıp kendisinin istediği yere tevdi etmişlerdir.

Benim bildiğim Muharrem İnce, böyle bir garaza, kine ve zulme vesile olup, meddahlık ve şakşakçılık yapacak kimse değildir. Yani siyasi söylemlerine bakılırsa bu derece açığa düşmemeli idi. Ayrıca benim kendisiyle, kısa da olsa Yalova’da, Ekmeleddin beyin seçim bürosu açılışında; onun beni dua için anons ve takdim vesilesiyle bir sohbetimiz ve hukukumuz olmuştu: “Ben ilahiyatçıyım sen fizikçisin, yani birimiz manayı, birimiz maddeyi temsil ediyoruz. Dolayısıyla ben can, sen beden mesabesindesin, cansız beden yaşamaz. Sonuç olarak manevi meselelerde ben, maddi meselelerde siz, söz sahibi olarak sohbet edebilmeliyiz.” şeklinde bir sohbetimiz olmuştu. Sağ olsun o zaman vekildi ve beni Meclis’e davet etmişti. Fakat bir türlü gitmek nasip olmadı. Yani bir siyasetçi olarak, ondan bu sözleri duyunca hayret ettim. Sebep olarak da Bediüzzaman’ı Şeyh Said ile karıştırdığını ve sürç-ü lisan ettiğini düşünüyorum.

Eğer böyle değilse; kendisi bir maneviyat sultanı hakkında söz ederek haddini aşmış olur. Gerçi o gibi sözler Bediüzzaman’ın dâmen-i muallasına ulaşıp telvis edemez. Bilakis söyleyeni mes’ul eder. Onun için ben, İnce hakkında üzgünüm.

Çünkü, yine böylece Bediüzzaman’ın dediği duruma düştü. Zira, Bediüzzaman: “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” diyor. (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri: 55 ) Evet, İnce bir hata yapıp Üstad’ı “Şeyh Said”le de karıştırmış olabilir fakat her hâlükarda özür dilemeliydi.

Evet, “İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” denilmiş ve Cemil Meriç gibi bir edebiyatçı dahi, “Üstad Bediüzzaman’ın eserlerini şayet ilk gençlik yıllarımda tanımış, okumuş olsaydım, büyük ihtimalle gözlerimi bu kadar erken yaşlarda kaybetmezdim… Önce Batı’ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu’da buldum.” derken, Prof. Şerif Mardin: “Said Nursi, ilminin çapını ihata edemediğimiz zirvelerde bir dehadır.” diyor. Kendileri, bu erdemi gösteriyorlar.

Eminim, Bediüzzaman’ın 130 parça eserinden en küçüğünü bile Muharrem İnce okusaydı, o talihsiz sözü söylemeyecekti ve Bediüzzaman’ın, günlük siyasete malzeme edilmeyecek bir şahsiyet olduğunu anlayacaktı. İşte böylece, fikir arenasında yeri olanlar Üstadın hakkını teslim ederken, İnce’nin böyle bir garabet sergilemesi, onun bu gibi platformlarda behresi olmadığını gösterir ki, siyasetten fırsat bulamasa da, haddini bilmesi lazımdı.

Gerçi biz meseleye gerektiğinde “Meyveli ağaç taşlanır” kabilinden de bakabiliriz, fakat burada bir hakkın müdafaası söz konusudur. Yani birilerinin üflemesi lazım ki, bu kudsî ateş alev alsın. Demek bazılarının Bediüzzaman’a saldırısı, bizim müdafaamıza, onu daha iyi keşfetmemize vesile olmaktadır.

Ben Muharrem İnce’yi onlardan ayrı mütalaa etmek istiyor, hüsn-ü zannımı koruyor, kendisine bu meseleyi izah etmek istiyorum. Kendisine ulaşamadım, ulaşmak isterim. Ta ki günah benden gitsin, vesselam.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*