Dört devirde Bediüzzaman

Osman Yüksel (1917-1983), önce soyadını da taşıyan “Serdengeçti” dergisinde neşredip, sonra da “Tarihçe-i Hayat” isimli eserde iktibâsen derc edilen “Said Nur Ve Talebeleri” başlıklı makalesinde şöyle bir ifade kullanıyor:
“Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, Cumhuriyet.”

Bu ifade yanlış olmamakla beraber, biraz eksik sayılır. Doğrusu şöyle olsa gerektir: Bediüzzaman Said Nursî dört devir yaşamış bir şahsiyettir. Bilhassa tatbikat yönü itibariyle birçok farklılıklar gösteren o devirleri (tarihleriyle birlikte) şöylece sıralamak mümkün: Mutlakiyet (1908’e kadar), Meşrûtiyet (1922’ye kadar), Cumhuriyet (1923’ten itibaren) ve Demokrasi (1945’ten itibaren.)

Şimdi sırasıyla bu dört devirde Üstad Bediüzzaman’ın sergilemiş olduğu tavrı ile sarf ettiği bazı sözlerini dikkat nazarlarına sunmaya çalışalım.

MUTLAK MONARŞİ DEVRİ

Mutlak monarşi, devlet başkanlığının babadan oğula geçtiği, meclisi tayin ve fesih yetkisi dahil olmak üzere, hemen bütün yetkilerin padişahta olduğu, yani bir tek şahsın “mutlak otoriter” olarak göründüğü rejimin adıdır.

Memleketin maarif meselesi için 1907’de hükümet merkezine gelen ve merkezin kalbinde görmüş olduğu istibdat hastalığını hürriyet ve meşrûtiyet ilâcıyla tedâvi etmeye çalışan Bediüzzaman, Mutlakiyet devrinde kendi ifadesiyle “divanelikle taltif” ediliyor. O, hamiyet duygusuyla yapmış olduğu bu fedakârane hizmetine mukabil, devrin hükümeti tarafından önce tımarhaneye, ardından nezarethaneye sevk ediliyor.

Orijinal bir ifadesi şudur: “Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi.” (Divân–ı Harb–i Örfî)

Devrin müstebit hükümeti, istibdada çatan, hürriyet ve meşrûtiyeti hararetle savunan Bediüzzaman’a mağrurâne bir edâ ile adeta şunu söylüyor: “Sen kim oluyorsun ki, gelip bize hürriyet-meşrutiyet dersini veriyorsun!”

MEŞRÛTÎ MONARŞİ DEVRİ

Meşrûtî Monarşi, aynen eskisi gibi Sultan-Halife var; fakat, yetkilerinin mühim bir kısmı Meclis’in elinde olması demektir.

Güzel olan meşrûtiyet idaresi, 1908’de ilân edillen hürriyet nimetiyle tezyin edilince, biraz daha tekâmül etmiş olur. Ne var ki, isim ve mânâ itibariyle güzel olan bu devrin hükümet nezdindeki uygulamaları da farklı olur.

Hakim zihniyetin, bilhassa Bediüzzaman’a bakış ve yaklaşım tarzı ziyadesiyle gaddarânedir. Eski hükümetin “divanelik” isnadına mukabil, yeni hükümet ise onun hayatına kast ediyor, derhal idam edilmesini istiyor. Yine orijinal ifade ile: “Vaktâ ki i’tidâl, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrûtiyet’te şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı.” (A.g.e: 17)

Hapishaneden idamlıklar mahkemesine sevk edilen, ancak orada da hürriyet ve meşrûtiyeti aynen müdafaa eden Bediüzzaman’a, devrin hükümeti yine aynı edâ ile seslenir gibi bir muamelede bulunur: “Sen kim oluyorsun ki, gelip bize bu dersleri veriyorsun!”

CUMHURİYET DEVRİ

Cumhuriyet, herkesin eşit rey, yetki ve hak sahibi olduğu, idarecilerin cumhur tarafından seçildiği sistemin adıdır.

Mağrurâne hastalığın en büyüğü gibi, istibdadın en dehşetlisi de işte maalesef bu devirde çıkıyor Said Nursî’nin karşısına.

“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyen Bediüzzaman ve onun gibi binlerce Kur’ân hizmetkârının canına, malına, eserlerine ve hatta imanlarına kast eden devrin hükümeti, onlar hakkında sürgün, hapis, zindan, zehirle öldürmeye varıncaya kadar her türlü zulümkârlığı revâ görüyor.

Bu mutlak istibdat devrinde yine aynı gurur-kibir konuşuyor: “Sen kim oluyorsun ki, gelip bize hürriyet, cumhuriyet dersleri veriyorsun!”

DEMOKRASİ DÖNEMİ

Meclis’in işleyişi gibi, hürriyet, meşrutiyet ve istibdat meselesi hakkındaki genel bakış ve yaklaşımın da işte bu devirde değişmeye başladığını görüyoruz.

İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi Mahkemesinde (1952) Said Nursî’nin avukatı Mihrî Helâv, mahkemedeki müdafaasında şu ifadeleri kullanıyor: “Filhakîka, müvekkilim (Bediüzzaman), bütün milletle beraber istibdâda karşı mücâdele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husûle gelen muvaffakıyetten dolayı da memnun olmuştur.” (T.Hayat: 567)

Evet, bu tarz bir müdafaa, ilk kez olmak üzere devrin hükümetini hiddete değil, bilâkis memnuniyete sevk ediyordu. Devir, artık gurur ve enaniyetin değil, dostluğun, tevazuun, muhabbetin devriydi.

Ne yazık ki on yıl sonra bu devir de darbelenip örselendi. Demokrasi, o gün bugündür düşe-kalka gidiyor. İnşallah, önümüzdeki 14 Mayıs’tan sonra demokrasi daha da tekâmül ederek tarihî yolculuğuna devam edecek.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*