Karaciğer ve pankreasın sindirim sistemindeki görevleri

İnsan, aslında küçük bedeniyle beraber, içinde büyük âlemleri barındıran bir varlık. Öyle bir âlem ki, enine boyuna sonsuza dek uzanan bir âlem. İç içe dürülmüş, gizemleriyle, esrarıyla, hikmetleriyle kocaman bir âlem. Her bir zerresi, her bir hücresi başlı başına bir âlem. Her biri, yek diğeriyle uyumlu ve adeta anlaşarak baş başa vermiş bir kubbenin tuğlaları gibi bir araya gelmiş organlar âlemini görüyoruz.

Kâinatta her şey bir bina gibi kurulur. Bu binanın yapı taşları tek tek sayılır ve tek tek yerli yerine konur. Bu kâinatta her şey konumuna uygun şekilde donatılmış, dizayn edilmiş ve takdir edilmiştir.

Bütün varlık âleminde, önce atom çekirdeklerinde parçacıklar sayılır, sonra moleküllerdeki atomlar. Binlerce atomu barındıran bir molekül zincirinin, hangi halkasında, hangi atomun yer alacağı kesin bir takdirle belirlenmiştir. Binlerce atomun her biri, öylesine yerleşir ki; konumuna ve tayin edilen yerine, en küçük bir tesadüf izi görülmez. Sonra canlı varlıkların vücutlarında hücreler sayılır tek tek. Sonra bir hedefe doğru çoğalır bu hücreler. Hızla çoğalırlar; hedefe ulaşınca birden dururlar. Niçin dururlar bilinmez. Nasıl dururlar bilinmez. Ama dururlar. Hepsi birden durur, esrarengiz bir şekilde Sanki “Dur” komutu ulaşmıştır hepsine birden.

Oysa hiçbir hücre, yanı başında neler olup bittiğini ve ne için ve nerede istihdam edildiğini de bilmez. Hiçbir hücre, diğer hücrelerle dayanışmayı ve yardımlaşmayı ve ne için bir araya geldiklerini ve sayı saymasını da bilmez.

Hiçbir hücre, çoğalmanın durması gerektiği zamanı kestiremez. Fakat hepsi birden durur, zamanı gelince. Hiçbiri konulan sınırı aşamaz. Ve belli bir sayıyla kurulur organlar ve organların meydan getirdiği bütün vücutlar ve kâinattaki umum varlıklar nizamatıyla beraber.

Her varlıkta, yapı taşları belli bir düzen ve kompitür hesapla yerli yerine konurlar. Desenler belli bir sayıyla şekillenir. Renkler taklidi imkânsız, bütün doğal güzelliğine göre boyanır.

Ve her varlık; her şeyi, her haliyle kuşatan bir kaderi anlatır kendi muhteşem intizamının ve güzelliğinin diliyle.

İşte bu takdir ile şekillenen karaciğer, sindirim sisteminde almış olduğu rolleri yanında, vücuttaki zehirli toksik maddelerinin dışarı atılması yanında tedbiren yedek besin depolaması, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gibi önemli fonksiyonları ve görevleri de vardır. Safra kesesine çok yakın bir yerde konumlandırılmıştır.

Safra, karaciğerde sentezlenir ve buradan da, karaciğer tarafından ince bağırsaklara gönderilir. Ve burada, mideden gelen besinlerin hazmedilmesini sağlar.

İşte o organlardan, sindirim sisteminin de birer parçası olan karaciğer, pankreas ve safra kesesine kısacık bir bilgilenme adına bakmak istiyoruz.

Karaciğer, dört yüz kimya fabrikasının yapabileceği farklı kimyevî olayların gerçekleştiği ve sindirimde harika fonksiyonları yerine getiren bir organdır. Karaciğer hem bir mutfak hem de mükemmel bir süzgeçtir.

Tüm hassas iç organlar gibi, karaciğer de kaburga kemikleriyle koruma altına alınmış, karnın sağ üst köşesinde yer alan, yaklaşık 1.5 kilo ağırlığında hayatî öneme sahip bir organdır. Kendisini yenileyebilen tek organ özelliğine sahiptir. Bir karaciğer rahatsızlığında, özellikle siroz hastalıklarında, bir kişiye karaciğer nakli yapıldığında; nakledilen küçük bir karaciğer dokusu, zamanla büyüyerek normal bir karaciğer organına sahip olunabiliyor. Burada dikkate değer bir durum söz konusudur. Nakledilen o küçük parça, bir tohumdan yeşeren bir filiz gibi, çepeçevre gelişir ve tam da doğal yapısına ve ağırlığına kavuşunca hemen duruverir.

Eğer naklen yerleştirilen o karaciğer parçası büyümeye devam ederse; takdir edersiniz ki, karnın içini doldurur, hatta vücut kafesini zorlamaya başlar ki, bunun önüne hiç kimse geçemez. Ama ne kadar büyük bir hikmet ve inayet-i İlâhiyedir ki; fıtri, doğal seviyesine gelince durabilmektedir. Buna tesadüf denilebilir mi? Ve buna gelişi güzel cereyan eden bir olay nazarıyla bakılabilir mi? Hem ağırlığı ve hem de boyutuyla o doğal seviyede olması ve kalması gerekir ki, o karaciğer tüm fonksiyonlarını yerine getirebilmiş olsun.

Diğer yandan karaciğerin en önemli görevlerinden biri vücuttan zehirli maddelerin terleme, safra oluşturma, idrar yapma ve metabolik süreçlerle vücuttan atılmasıdır.

Karaciğerin gözle görülür diğer bazı görevleri; karbonhidrat ve proteinleri yağa dönüştürerek enerji kazandırması, efora güç ve kuvvet vermesi, fazla kanı depolaması, amonyaktan üre elde ederek kanın temizlenmesi, hasarlı kan hücrelerini parçalayarak vücuttan dışarı atılmasını sağlaması. Ayrıca karaciğer, alınan besinleri glikoza dönüştürerek metebolizmanın enerji dengesini temin eder ve aynı glikozun depolanmasını sağlar. Bu nokta da gerçekten çok önemli. Karaciğer, Besin maddelerinin bağırsaklardan geçmesine yardımcı olan safra salgısını da yapar.

Bir karaciğer hücresi, hiç bir kimya fabrikasının yapmaya muktedir olamadığı her türlü kimyasal maddeyi imal edebilecek kudrete sahiptir. Meselâ yeryüzünde mevcut bütün zehirlerin kimyasal yapısını değiştirilebilmektedir. İnsanın zehirlenmesi, karaciğerin aczinden değil, alınan zehir miktarının çokluğundandır.

Karaciğerde, günlük 800 ile 1000 mililitre (litrenin binde biri) kadar safra salgılanır. Bu da yaklaşık bir litreye tekabül eder. Safra, yağda çözünen vitamin ve yağların emilimi gibi önemli görevler de ifa eder. Karaciğerin sindirim sistemindeki görevlerinden başka belirlenen 15 görevi daha vardır.

Karaciğer, insan yaşadığı sürece, kalb gibi sürekli çalışan ve en fazla yorulan organlardan biridir. Dolayısıyla en fazla yıpranan ve yorulan organ da odur.

Ramazan’da tutulan oruç nedeniyle karaciğer adeta bir bayram sevincini yaşar. Zira oruç süresince karaciğer 4-6 saat dinlenmiş olur. Oruç dışındaki perhizler karaciğerin dinlenmesi için yeterli görülmemektedir. Bu tarz perhizlerde bir gramlık bir yiyecek bile mideye girdiğinde, sindirim sisteminin kompitürü hemen harekete geçer ve karaciğer faaliyete başlar.

“Orucun karaciğere yardımı bir yandan da kan kimyası yolu iledir. Karaciğerin en güç görevlerinden biri alınan besinlerle, yakılan besinleri dengede tutma zorluğudur. Karaciğer, vücuda giren her besini depo etmek ya da kanda yanmasını biçimlendirmek zorundadır. Halbuki oruçta, özellikle gündüz besin alınmaması nedeniyle karaciğer, bu besin depolama işinde fevkalade rahatlar. Ve bu rahatlık sırasında vücut için hayatî önemi haiz globülinler hazırlar bu sayede korunma sistemimiz güçlenir.

Orucun çok hassas birer organ sayılan yutak ve yemek borusu üzerine dinlendirici etkisi de paha biçilmez bir nimettir.”(1)

Yarattığı bütün san’atlı eserlerinde hârika bir tasarım ve muhteşem bir mimari plan takip eden Cenab-ı Hak; insan bedenindeki her bir organda da mu’cizevi bir san’at ortaya koymuştur.

Bahsi geçen organlar içerisinde pankreas ve safra kesesi de ilginç bir görüntü arz etmektedir. Safra kesesine, öd kesesi de denir. Küçük bir armut şeklinde olan safra kesesi karaciğerin altında bulunur. Safra kesesi karaciğer tarafından üretilen safrayı ortak hepatik kanal yoluyla alır ve depolar. Safra, yağların sindirilmesine ve 12 parmak bağırsağı ve sindirim sistemine yardımcı olur. Safra sıvısının temel görevi bağırsaktaki yağların ve bazı vitaminlerin emilmesini sağlamaktır. Karaciğerde üretilen safranın büyük bir kısmı, daha sonra kullanılmak üzere safra kesesinde depolanır.

Pankreas sıvısı, karbonhidratlı besinleri, hem yağları ve hem de proteinleri sindirici enzimleri içinde bulundurur.

Pankreasın, langerhans adacıkları denilen alt tarafındaki hücreler, aynı bölgedeki komşu hücrelerden farklı faaliyet gösterirler. Ötekiler kanaldaki şeker miktarını ayarlıyan ve enerjiye çeviren ensülin ifraz ederken, berikiler kan şekerini arıtıcı hormon salgılar; böylece değişik bir fonksiyon icra ederler. Karaciğerde ve adalelerde saklı şekeri kullanmaya hazır glikoz şekerine çeviren hormonlar da öyledir. Bakarsınız bazıları nişastalı maddelerin hazmını kolaylaştırır, bazıları şekerin, bir kısmı da yağı, diğerleri de proteinlerin sindirilmesine sağlar.

Bunu biraz daha detaylandırırsak eğer; tıp ilminin tespitlerine göre, pankreas sıvısındaki tripsin, kimotripsin, karboksipolipeptiaz, ribonükleaz gibi enzimler proteinlerin; amilaz enzimi karbonhidratlı maddelerin, lipaz enzimi de yağ ve yağ asitlerinin sindirilmesini sağlar. Aynı zamanda salgıladığı bol miktardaki bazik karakterli sıvı, mideden gelen hidroklorik asitle birleşerek onu nötrleştirir. Bu suretle sindirim kanalının tahrip olmasını engellemiş olur. On iki parmak bağırsağının içine yerleştirilen brunner bezlerinin salgıladıkları bol miktardaki mukus sıvısı da, mide asitlerinin yapacağı tahribe engel olmada pankreasla iş birliği içinde olur. Şu muhteşem san’at ve birbiriyle yardımlaşan organları gören insan, nasıl derin derin düşünmez ve Yüce Yaratıcıya hayran olmaz?

Bir başka ilginç nokta ise; Allah’ın Hâfiz isminin oradaki tecellisidir. Zira, pankreasın ürettiği proteinleri sindiren enzimler içinde birisi de tripsin enzimidir.Tripsin o kadar güçlü bir enzimdir ki, onu üreten pankreası bile eritebilir. Ancak Hafiz ismiyle pankreas ve on iki parmak bağırsağını koruyan Yüce Yaratıcı; bu enzim üretildiği esnada ve on iki parmak bağırsağına ulaşıncaya kadar, onu tripsinojen halinde tutar. On iki parmak bağırsağına ulaştıktan sonra, yine pankreasın ürettiği baz karakterli sıvı vesilesiyle tripsine dönüştürülür. İşte aktif hale gelen tripsin denilen bu çok kuvvetli enzim, proteinli besinleri sindirmeye başlar.

Bizim cereyan eden bu muhteşem olaylardan haberimiz bile olmaz. Ne enzimlerin üretimine ve ne de sindirim işlerine hiç müdahalemizin olması söz konusu bile değildir. Eğer bir müdahalemiz olsaydı; haliyle her şey karışırdı. Besinlerin sindirilmesi için, sindirim sistemini böyle mükemmel bir insicam ve uyum içinde eksiksiz yaratan Allâh olduğu gibi; tehlikeli asit ve enzimlerden organlarımızı koruyan ve bizleri yaratan da Allah’tan başkası değildir.

Evet, görüldüğü gibi mideyi ve sindirim sistemini yaratan; o sisteme uygun besinleri ve gıdaları da O yaratmıştır. Sindirimin karaciğersiz ve safrasız dahi olamayacağını bilen Yüce Yaratıcı, onları da yaratıp tanzim etmiş ve mükemmel, kusursuz bir hâzım sistemini tesis etmiştir.

Netice itibariyle, bütün eşyada ve her organda yer alan her bir zerre, her bir molekül, her bir hücre, her bir canlıda muntazam işlediğini görüyoruz. Aslında eşyanın şekil ve nizamî kanunları birbirine muhaliftir. Mesela gözdeki, beyindeki, kemiklerdeki, bir saç telindeki elementler, birbirine tamamen muhaliftirler. Bunların intizamı, düzeni, kurulu sistemleri bilinmezse onlarda işlenmez. İşlense de yanlışsız yapılmaz. Şuursuz bildiğimiz bu unsurların, elementlerin bilinçli şekilde işlendiklerini yakinen müşahede ediyoruz. Demek ki bunlar, bir hikmet, ilim ve kudret sahibi bir zatın talimiyle ve takdiriyle hareket edip, işledikleri anlaşılmaktadır. Su, toprak, hava ve güneşin her bir canlıda muntazam şekilde işlediği gibi.

Evet havanın her bir zerresi, her bir canlının cismine, her bir ağacın, her bir yaprağın, her bir çiçeğin, her bir meyvenin içine girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilatları ayrı ayrıdır. Cenab-ı Hak Vacibü’l-Vücuttur. Vücud-u bizzattır. Yani vücudu mutlaktır, kendindendir ve zorunlu varlıktır.

İşte Allâh, varlığı zorunlu (Vacibü’l-Vücud) olduğundan, bütün varlıkları bu ismiyle yaratır. Dolayısıyla yaratılan varlıklar; İlâhî vücudun birer eseridir. Zerre (atom) lar vasıtasıyla o ruha, o vücuda taze ceset giydirir. Kudretinin mu’cizeleriyle, her sene bitkilerin, hayvanların ve insanların cesetleri tazeleniyor. Hatta insan bedenindeki hücrelerin bir kısmı; bazen gün içerisinde değişir, yenileri ile tebdil edilir. Cenab-ı Hak her bir mahluku bir kitab gibi yapmış, hadsiz nüshaları ondan çoğaltıyor. Varlıkların peşpeşe gelmelerine yer veriyor. Yerlerine başka taifeler geliyor.

Varlıklar âlemini, atomların harekât ve manevralarıyla durmadan değiştiriyor. Zemin yüzündeki canlılığı her vakit gösterir. O, yeni yeni tecellileriyle hadsiz san’atını, nakışlarını göstererek; zerrâtı hikmetle tahrik edip vazifelendirir.

Meselâ havanın her bir zerresi (atomu) Hafiz ismiyle, her şeyi bütün hal ve sıfatlariyla hıfz eder. Yani muhafaza eder, arşive kaydeder. Kadir ismiyle, varlıkların şekil ve suretini alır. Âlim ismiyle, âlemdeki düzen ve intizamı içine alır. Semi’ ismiyle bütün sesleri duyup, kayıt altına alır. Demek ki, bütün bu fevkalade harika işler, zerrelerin işi değildir. Belki her bir zerre, Cenab-ı Hak tarafından görevlendirilmiş birer Rabbanî memurdurlar.

“Bunu iyi bilmeli, kendine düstur etmeli,

Güzel gör, hem de güzel bak, ta güzel düşünmeli.

Güzel bil, hem güzel düşün, ta leziz hayatı bulmalı.”(2)

Dipnotlar

(1)Dr. Haluk NURBAKİ, İlmî Gerçekler s.99
(2) Sözler, s. 711

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*