Sindirim sistemine tefekkürle bakmak

Sindirim sisteminin giriş kapısını teşkil eden ağzın içindeki organlara ve bunlarla ilgili gelişen faaliyetlere bakmaya devam ediyoruz. Dil ve tükürük bezlerinden sonra, alt ve üst çene kemiklerine eklemlenmiş, dikilmiş sıra sıra dizilmiş bir düzen ile inci gibi parlak dişleri müşahede ediyoruz. Bu dişler, her bir insan için aslî görevlerinden önce, insanın yüzüne bir de güzellik kattığını görüyoruz.

Dişleri dökülmüş bir yaşlının, çene düzeninin bozulduğunu, sağlı sollu yanaklarının çukurlaştığına, konuştuklarının anlaşılır olmaktan çıktığına, çokça şahit olduğumuz durumlardır. Bunlar, ayrıca fiziki görüntünün bozulduğuna da işaret eden hususlardır.

Dişlerin aslî görevi olan besinlerin sindirilmesindeki rolleri ise çok önemli. Bir sefer dişler olmaksızın sağlıklı bir hazım olmaz. Tam buğday, değirmende öğütülmeden, un haline gelmeden, fırından ekmek çıkmaz ve yenilmez. Aynen bunun gibi, dişler ağızda bir değirmen taşı görevini yaparlar. Dişlerin çiğnediği, öğüttüğü ve kana karışmış gıdalardan, alyuvarlar vasıtasıyla, yine dişlerin içine gömülü kemiklerin içine kadar gelen, o besinlerin içinden seçilip süzülen kalsiyumla beslenir dişler.

Dişler, demirden, çelikten daha güçlü ve daha dayanıklı hiç körelmez, devamlı keskin durumdadırlar. En önde kesici dişler, yediğimiz besinleri parça parça kısımlara bölerek keserler. Arka dişler ise; yediklerimizi çiğneyip öğütürler. Besinler, sindirilmeye hazır vaziyete geldikten sonra, dilin itmesi ve yutağın da yutma gücüyle mideye intikal ederler.

Görevini layıkınca ifa ettikten sonra, yeni besinlerin gelmesini gözetlemeye başlar ağız, dişler ve diğer organlar.

Organların teşekkülünde dikkatle izlenmesi gereken bir husus da, kafatasındaki kemiklerin dizayn ediliş biçimleridir. Bu kemikler değişik şekil ve ölçülerde olmak üzere, 55 adet kemikten oluşmuştur. Bu kemiklerden 14 adedi üst çeneyi ve 2 adedi de alt çeneyi oluşturan kemiklerdir. Geriye kalanları ise, dişler oluşturmaktadır ki; bu dişlerin bir kısmı öğütmeye elverişli olarak geniş biçimde yaratılmışlardır. Bu açıdan yüce Allah, dişlerin köklerini oldukça sağlam, uçlarını da keskin olarak var eyledi. Renklerini beyaz, pak ve inci taneleri gibi parlak bir biçimde yarattı. Sıra sıra ağzın içerisinde sıralayarak dizdi, hepsinin de uçları eşit ve dengeli bir şekilde donattı, dizayn etti.

Diğer organlar gibi dişler de yediğimiz besinlerden kendi paylarına düşen elementlerden, istenilen oranlarda beslenirler ki; bunu da ağırlıklı olarak “D” vitamini teşkil eder. D vitamini demiri sembolize eder. Bu vitaminin, yani demirin eksik alınmasıyla, raşitizm denen bir hastalık ortaya çıkar. Özellikle bebeklerde kemiklerin yumuşaması, zayıf ve cılız kalmasına sebep olur. Bu kalsiyum ve potasyum minerallerinin bağırsaklardan emilmesiyle kana karışırlar ve bu şekilde kemiklerin ve dolayısıyla dişlerin sağlıklı ve kıvamında beslenmesi de temin edilmiş olur.

Kalsiyum için, özellikle balık eti çok zengin bir besindir. Bütün organlar, her biri kendi kıvamında ve dengeli bir şekilde beslenir, gelişir ve büyürler. Bazıları belli bir noktada gelişmesi sabit bir yerde durur ve o seviyede faaliyetlerini, vücuda olan hizmetlerini devam ettirirler. Kalb, beyin, mide ve karaciğer gibi. Bazıları da beslendikçe sürekli büyümeye, gelişmeye devam ederler, tırnaklar ve saç tellerinin uzaması gibi.. Şayet dişler de bu kategoride olsaydı; yani genleşip uzamış olsaydı, tümden kurulu vücut düzeni altüst olacaktı.

Anlaşıldığı kadarıyla, bütün evrende, tabiatta ve insanın kendi bünyesinde her şey tam haddinde ve muazzam bir dengede ve düzende yaratıldıklarını görüyoruz.

Yediğimiz besinler, ağzımızda ilgili işlemlerden sonra mideye inerler. Mideye dair lise sıralarından hatırladığım şu ilginç bilgiler gayet orijinaldir. Gıdalar mideye inmezden hemen önce; mide hazırlık makamında “musin” denilen, jelatine benzer bir sıvı madde ile kendi kendini iç taraftan sıvar ki, o mideye gelen asitlere ve diğer sakıncalı maddelere karşı korunmuş olsun. Midenin kendisi bir et parçası olmakla birlikte; içine giden en sert besinleri ve etleri, karaciğer, pankreas ve safra kesesinden gelen asit gibi özel salgılarla, kısa bir zamanda öğüttür ve eritir. Yoksa mide sadece bir et parçası olarak besinleri sindirmede uzun süre dayanamaz, yıpranır. Midenin bu savunma mekanizmasından kaç kişi bilgi sahibidir, onu da siz okuyuculara bırakalım.

Midenin sağlıklı çalışabilmesi için, yemenin de bazı usuller çerçevesinde yenilmesi gerekir. Müslümanlara tıp alanında hizmet vermek üzere bir doktor gönderilmişti. Uzun sure hasta gelsin diye bekleyen doktora hiç kimse gelmeyince; doktor Hz. Peygambere gelir ve: “Efendim, bunca zamandır burada hasta bekliyorum, ama hiç gelen olmadı” deyince; Hz. Peygamber: “Doğrudur, benim ashabım (arkadaşlarım) acıkmadan yemezler, yerken de doymadan yemeyi bırakırlar. Dolayısıyla kolay kolay hasta olmazlar.” buyurmuş. Ve buna dayanarak bir hadis-i şeriflerinde de; “Midenizi üçe ayırın. Biri yemek, diğeri su ve üçüncüsü de hava için boş bırakınız.” Midesini sürekli tıka basa dolduran bir insan için; sağlıklı bir sindirim sisteminden bahsetmek mümkün değildir.

Üstad Said Nursî, sindirim sisteminin sağlıklı çalışabilmesi için İbni Sina’dan şu anekdotu nakleder:

“İslâm hükemâsının Eflatun’u ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstâdı, dâhî-i meşhur, Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıb noktasında; ‘Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz, zira Allâh israf edenleri sevmez'(1) âyetini şöyle tefsir etmiş: “İlm-i Tıbb’ı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin mikdarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, ta’am ta’am üstüne yemektir.” demiş.

Yani vücuda en muzır şey, dört beş saat fâsıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvi (çeşit çeşit) yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.(2)

Sindirim, sindirim sistemini oluşturan organlar yoluyla enzimler, su ve kas hareketleriyle, yani kasılıp gevşemeleriyle gerçekleşir. Mideye inen besinler, karbonhidratlar şekerlere, proteinler amino asitlere; yağlar ise; yağ asitleri ve gliserollere ayrılarak emilmek suretiyle kana karışırlar. Ağızdan başlayıp kana karışana değin geçirilen sürece sindirim sistemi denilir.

Ağız, mide ve bağırsaklar tarafından ihtiyaç duyulan maddeler emilerek kullanılmak üzere kana karışırlar. Anında kullanılmayan ihtiyaç fazlası olan besin ögeleri, karaciğere taşınarak, gerektiğinde kullanılmak maksadıyla depolanırlar. Vücuda yaramayan fazladan kısımlar, dışarı atılmak üzere kalın bağırsaklara gönderilir.

Sindirim için vücudun tüm organları bir fabrikanın çarkları gibi, sistematik bir iletişimle ve yardımlaşmak suretiyle gerçekleşir. Ayrıca bu sindirim olayında sinirler ve hormonlar da sindirimi yönetmede yardımcı bir rol almaktadırlar.

Öncelikle mide ve bağırsaklarda salgılanan hormonlar, ne zaman sindirim enzimlerinin salgılanacağını, vücudun aç veya tok olduğu bilgisini beyne iletir. Beyin de bunu koordine eder ve yönetir. Sinirlerden gelen uyarı sinyallerini alan organlar görevlerini yapmaya başlarlar.

Besinler ağızdan mideye ulaştığında 40 ile 120 dakika arasında midede kalır. Midede salgılanan enzimler, mide öz suyu ile sindirim gerçekleşir. Buradan ince bağırsaklara geçen besinler, 2 ile 5 saat arasında ilgili organ ve hücrelere gönderilmek üzere elementlere, unsurlara ayrıştırılırlar. İnsan bağırsağında bulunan bakteriler de sindirime yardımcı olurlar.

Sindirim sistemiyle ağızdan başlamak üzere mideye, bağırsaklara ve diğer ilgili organlara karışık bir surette giren besin maddelerinin değişik elek ve süzgeçlerden sonra; hücrelerin, dokuların, organların ihtiyacına göre ayrılarak, bütün vücudun gıda ihtiyacını karşılaması, Allah’ın her şeyi en mükemmel bir mizan ve intizam ile ve kusursuz dakik bir san’atla ve güzel nakışlarla süslemiş olması; O’nun varlığının ve birliğinin en bariz göstergeleridir.

Ramazan ayında Müslümanlarca tutulan oruçların da mide ve sindirim olayıyla yakından ilgisi vardır, şöyle ki; “Midenin oruçtan aldığı etkilerin tümü olumludur. Mide tüm salgılarında şartlı salgı salar. Bu nedenle aç kalınca asit birikimi olduğu halde; oruçlu iken, asit birikimi olmaz. Zira oruca niyetle birlikte asit salgısı durur. Mide kasları ve salgı hücreleri böylece Ramazan boyunca dinlenmiş olurlar.

Oruç, bağırsaklara da hem salgı hem hareket eden kaslar açısından da tam bir dinlenme sağlar. Bağırsakların iç derileri ardında temel savunma sistemimizin bir parçası olan PEYER plakları vardır. Oruçta bu plaklar tam bir revizyona tabi tutulur. Böylece sindirim yolundan geçen hastalıkların tümüne karşı daha dayanıklı oluruz.”(3)

Evrendeki sistemler ve gerekse insanın kendi vücudundaki organların tümü yerli yerinde ve tam bir düzen içerisinde yaratılmışlardır. Allah Te’alâ, “Allâh göğü yükseltti ölçüyle mizanı koydu. Sakın bu ölçüyü bozmayın”(4) Ve diğer bir âyette de; “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”(5) buyurmuştur.

Elbette ki semayı da, insanı da Allâh en güzel surette ve en düzenli ölçülerle yarattı. Ancak bu en güzel, fıtri düzenlemeyi, yanlış müdahelelerle bozmamayı da tembih etmiştir. Bu ilâhî ikaz insanın beslenmesi ve sindirim sistemiyle de yakından ilgilidir. Allâh’ın yenilmesinden ve içilmesinden menettiği, yasakladığı besinlerde mutlaka bazı zararlar vardır ki, bu yasaklar konmuştur. İşte insanın kendi iradesiyle yediği ve içtiği bu zararlı besinlerle vücudunda kurulu düzeni ve sistemleri olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bir bütün olarak bu vücudun bir emanet olduğu da hiç bir zaman unutulmamalıdır. Kendisine tevdi edilen maddi ve manevi emanetlere ihanet; insan için ayrı bir felâketi getirir.

Sindirilen besinler, ince bağırsaklardan emilir ve depolanmak ve kullanılmak üzere en uç noktadaki hücrelere kadar alyuvarlar vasıtasıyla ulaştırılır.

Sindirim cihazı dediğimiz şey; insan zekâsının icat ettiği hiç bir fabrikanın imal edemeyeceği kadar madde işleyen bir kimya laboratuvarı gibidir. Burada ayrıca dünyanın tanıyabildiği en büyük dağıtım ve nakliyat sistemininde ilerisinde bir nakliyat sistemi vardır. Fevkalade bir düzenle her şeyin, her elementin, her unsurun yerli yerinde ve tam zamanında yerini bulduğu ve ulaştırıldığı bir sistem.

Mide ve bağırsaklarda bazı kimyevî muamelelerden geçirilen besinler özel elementlere, unsurlara evrilmek suretiyle kana karışırlar. İşte burada akla durgunluk veren ve hikmetlerle dolu bu unsurların, hücrelere ve bütün organlara bu hassas ölçülerle nasıl taksim edildiği olayının içyüzü meselesidir.

Kâinatta iradesi en geniş insan olduğu halde, beslenmede yeme ve içme fiilinde, yüz’den ancak birisinde payı vardır. O da yiyecek ve içecekleri ağzına atmaktan ibaret basit bir fiildir. Geriye kalan işlemlerin yüzde 99’u insanın ilgili iç organlarında mu’cizevî ve çok esrarlı bir şekilde değişim ve dönüşüme uğramaktadır.

Bu harika işler, şuursuz hücrelerin işi olabilir mi? Gıdalar mükemmel bir sistem ve düzen içerisinde organları besliyor, hücrelere dönüşüyor, hücreler sürekli yenileniyor. Bütün bu tahviller ve değişimler bize bir kudret, ilim ve bilinç çerçevesinde cereyan ettiğini gösteriyor. Zira cehlî, bilgisizliği gösteren en küçük bir emare dahi bulunması söz konusu değildir.

Kâinatta her şeyin manalı, faydalı, hikmetli yaratılması; eksiksiz tam olarak verilen nimetlerin, Allah’ın inayetiyle devam etmesi, her alanda rahmetin cereyan etmesi ve bütün mahlukata rızıklarının en münasip şekilde yaratılıp gönderilmesi; her daim bir hayatlandırmanın varlığı; Âlim, Hâkim, Kadir, Rezzak, Hayy- Kayyum bir yüce Hâlık’ın varlığına delâlet eder.

Kâinat’ta bütün güzellikler, Allah’ın Hüsn-ü Zatî’sinin akisleri, yansımalarıdır. Gerçek Cemâl ve Hüsün sahibi Cenab-ı Haktır. Gerçek sevgili (mahbub-u hakiki) de yine O’dur. Kâinatta cevelân eden her bir varlık; Allah’ın varlığının ta’lim ve ilânıdır.

Baştan başa bütün kâinatta ve yeryüzündeki varlıklarda bir imkân, çokluk (kesret) ve fiilden etkilenme ve fiili kabul etme (infial) vardır. İşte imkân bir vacibü’l-vücudu (zorunlu bir varlığı), kesret bir vâhidi, infial da, bir fâili iktiza eder. Kâinat’ta her hangi bir şey büyüyüp gelişerek, olgunluk seviyesine yani kemâle erdikten sonra gelişmesi sükûna erer, görevini oradan sürdürür. Bu da gösteriyor ki, mümkinâtın, yani mahlukların bütün kemâlatı, Allah’ın kemâlinin cilvelerinin bir gölgesidir.

İnsan vücudu tavırdan tavıra geçtikçe acip ve muntazam inkılâplar geçiriyor. İnsan menisinden embriyo, kan pıhtısına, kan pıhtısından et parçasına, kemik ve etlere ve yepyeni bir yaratılışla, insan suretine kadar; gelişimi ve değişimi gayet dakik bir düzen ve düsturlara tabidir. O tavırların her birisinin öyle özel kanunları, öyle intizamları vardır ki, her birinin altında bir kast, bir irade ve bir hikmetin cilveleri görülür.

Madem Allâh, âlemde her şeyi güzel yaratmiş ve Bâki esmasına ayine yapmıştır. Hem Bâki olan Zat-ı Zülcelâl, fani âyinelere razı olmaz. Öyleyse o güzellikler nihayetsiz bir devam isterler ve ebedi âlemde devam edeceklerdir.

Beynimizde seher vakti esen bir meltem gibi serinlik ve huzur ve gönüllerimize de su serpen, ferahlık ve sürur veren şu âyetlere tefekkürle bir kulak verelim:

“Ayâ, üstünüzdeki semaya ‘bakmıyor musunuz ki’ biz ne keyfiyete, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. ‘Hem görmüyor musunuz ki; nasıl yıldızlarla, Ay ve Güneş ile tezyin etmişiz (süslemişiz). Hiç bir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. ‘Hem görmüyor musunuz ki’, zemini size ne keyfiyete sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilasından muhafaza etmişiz. ‘Hem görmüyor musunuz’ o yerde ne kadar güzel, regârenk her bir cinsten çift bitkileri (nebatatı) yetiştirdik. Yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Allâh’a yönelen her kula, gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık). ‘Hem görmüyor musunuz’ Gökten bereketli bir suyu indiriyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hububatı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip, ibadıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. ‘Hem görmüyor musunuz’; o su ile ölmüş memleketi ihya ediyorum (canlandırıyorum). Binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtatı, kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum. İşte (siz öldükten sonra) hayata, yeniden çıkışınız da böyledir. Kıyamet’te arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız”(6) buyurulmuştur.

Ve bir Hadis-i Şerif:

“En büyük ve en üstün zenginlik, ilim zenginliğidir. Çünkü ilim zenginliği; insanlara hürmet ve saygı kazandırır. Mal ve makâm zenginliği ise; çok kere düşman kazandırır.”(7)

Dipnotlar

(1) A’raf 7/31
(2) Lemalar s.147
(3) Dr. Haluk NURBAKİ, İlmî Gerçekler, s.100
(4) Rahman 55/7-8
(5) Tin 95/4
(6) Kâf 50/ 6-11
(7) Tirmizî, İlim.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*